Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

kgurleyen

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    137
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Blog Başlıkları gönderen: kgurleyen

  1. kgurleyen
    Bazı kişilerin hayatıma sadece iz bırakmak için katıldıklarını yıllar içinde öğrendim...
    Ve ilginç olanı... bu kişilerin hayatımın içinde hiç yer almayışlarıydı...
     
    ''İz bırakma'' yeteneğinde olan bu kişiler...bir resimde...bir yazıda...bir etkinlikte.. rastgele bir yolculukta ya da bir ''ilan''da...hayatıma şöyle bir...ama yüreğimin ve beynimin içine dokunarak geçer ve giderlerdi...
     
    Bir daha onlarla hiç karşılaşmazdım...Bazan onların sadece seçilmiş kimi insanların yüreğine dokunmak için görevlendirilmiş...ama yaptıkları iş konusunda bilgilendirilmemiş insanlar olduklarını düşünürdüm...
     
    Kimbilir belki de ben...hayatıma değip geçen bu iz bırakan kişilerin toplamından ibaret biriyim...
     
    İşte 15 Aralık da... hayatıma yine öyle ''iz bırakan'' iki kişi değdi...
     
    Yüreğimi deldiler ve geçip gittiler...
     
    Burak ve Gaye....
     
     
  2. kgurleyen
    Babamı toprağa verdikten iki gün sonra...onun mezarını en iyi görebileceğimi sandığım yere çektim arabamı...Geceydi...yalnızdım..ve mezarlık kapkaranlıktı...
     
    Mezarlığın çevresindeki evlerin ışıkları ve aydınlatma direklerinin lambaları bile hiç bir ışık yansıtamıyordu bakmak istediğim yere...
     
    Ürperdim...''korkuyorum baba'' diye fısıldadım karanlığa...
     
    Evet... korkuyordum ve artık babasız biri olduğumu olanca ağırlığıyla iliklerime kadar duyumsuyordum...
     
    Kimsesizlik ve yoksunluk duygusu.. gecenin karanlığında tüm bedenimi ve ruhumu vahşi bir hayvanın pençeleri gibi paramparça ediyordu...Her şeyden vaz geçtiğimi ve savunma silahlarımdan hiç birini kuşanmadığımı farkettiğim andı bu..Ağlamak bile terketmişti beni...
     
    Çocukluğumun cennet bahçelerinden toplayıp anılar sandığına koyduğum...ve kokusu eski bebek giysilerime sinen gülen ayvamı...ağlayan narımı...babamı...çağırdım yine yardımıma...
     
    Gelmedi bu kez...
     
    Ben ''yetimliğin'' ne olduğunu o gece öğrendim...
  3. kgurleyen
    AKP nin Kürtçülük açılımından bu yana CHP nin iç siyasette, -özellikle bu girişime karşı- gösterdiği performansın...gelecek seçimlere dönük beklentilerini olumlu yönde artırdığını düşünenlerdendim...
     
    Nitekim iktidarın beslemesi olan kimi kamuoyu yoklamacısı kuruluşlar dahil,aynı işi yapan diğer kuruluşlarda yapılan çalışma sonuçlarının da bu yönde küçüksenmeyecek işaretler verdiğini herkes görüyordu...
     
    Ama bir hafta içerisinde ve bir hata nedeniyle şimdi işler tersine dönmüş görünüyor...
     
    Sosyolojide algıların gerçek olduğu saptaması...gerçeğin niteliğinin değişmese bile görüntüsünün değiştiği gerçeğini anlatır.
     
    CHP bir hafta önceki Kürt ve alevi dostu parti gerçekliğinden...Kürt ve alevi düşmanı parti görünümüne büründürülmüştür...
     
    Cumhuriyet karşıtlarının CHP ye siyasal tuzaklar kurması ve onu kitlelerin gözünde aşındırıp yıpratması TSK örneklerinde görüldüğü gibi anlaşılır bir şeydir...
     
    Ancak, bugün belli bir olayda ve konuda partinin içerisinden farklı çatlak sesler çıkmasını parti içi demokrasi safsatasıyla açıklamaya kalkışmak ise,anlaşılır bir şey değildir...
     
    TSK da bir Gn.Kur.Bşk.nı tutuyor bireysel bir bildiri yazıyor...bunu medyada TSK nın kurumsal görüşüymüş gibi yayınlatıyor ve seçimlerde AKP ye muazzam bir gaz veriyor...
     
    Şimdi CHP de olup bitenlerin bu olaydan bir farkı var mı?
     
    TBMM de açılım genel görüşmelerinde CHP adına söz alan Gn.Bşk.Yrd.Onur Öymen'in konuşması irticalen yapılan bir konuşma olamıyacağına göre,bu konuşma metni partinin yetkili kurullarında hazırlanıp Gn.Bşk.Deniz Baykal'ın da onayından geçirilmemişmidir?..
     
    Gerek alevi çalıştayları...gerekse Kürtçülük açılımı nedeniyle son derece hassas ve gergin durumda bulunan kitlelerin provake edilme olasılığına karşın...söz konusu konuşma metninde yer alan kimi vurgulamalar nasıl gözden kaçırılmış...ya da nasıl gözden kaçırılmamış olabilir?...
     
    İkinci kez AKP ye gaz verme vakası ile karşı karşıyamıyız?...
     
    AKP nin anketlerde ve toplumun büyük çoğunluğu indinde düşüşe geçtiği bir sırada...
     
    CHP tarafından elinden tutulup ayağa kaldırılmasını tarih ve cumhuriyetçiler hiç unutmayacaklardır...
  4. kgurleyen
    Masasını derleyip toparlamıştı...Sümenin altından, şiir karalamalarını yazdığı kağıtlardan birinin ucu görünüyordu ve benim için bırakıldığı belliydi.Ama hemen almadım...Bu kez değişik bir yöntem uyguluyordu çünkü...
     
    Senede bir kaç kez böyle masasını toplar ve hiç bir iz bırakmadan çekip giderdi...sonra da dönerdi...Bıraktığı notun, bu kez gidişinin dönüşü olmayacağına dair olduğunu hissediyor ve bunun somut bir işaretle kanıtlanacağından çok korkuyordum...
     
    Masanın yanındaki koltuğa oturdum.
     
    Her zaman gazetelerle,dergilerle,kitaplarla,yazılı çizili kağıtlarla dolu ve karmakarışık olan masanın, şimdi ıssız bir çöle benzeyen hali... odaya girdiğimden bu yana yüreğime çöreklenen,yoksunluk ve uzaklık duygusunu daha da çoğaltan sessiz bir çığlık gibiydi...
     
    Kağıdı çekip aldım yerinden...
     
    Kalkıp, geniş salonun Boğazın Marmara çıkışını boydan boya gören yekpare penceresinin önüne geldim...ve okudum...
     
    ''kaç kez palamarı çözdü açık denizler için
    kaç kez bavulunu sırtladı uzak şehirler için
    geride bıraktığı Sadom ve Gamore'ye dönüp bakmasaydı yolun yarılarında
    taşa dönüşmeyecek
    ufukta kaybolup görünmeyecekti....''
     
     
    Gözlerimi pencereye... İstanbul'a çevirdim...
     
    Eylül akşamıydı...Sultanahmet'in minarelerinin ardından kaybolan güneşin son ışıkları...Üsküdar ve Selimiye evlerinin camlarından yansıyor...Kız Kulesi'nden Sarayburnu' na değin tüm denizi, kızılın türlü tonlarında boyuyordu...
     
    Sevgili dostumun kafasının dumanlı olduğu zamanlarda kadehini kaldırıp,''sensiz yaşayamam'' diye haykırdığı İstanbul...Hep genç ve güzel hatırlanmak isteyen eski bir film yıldızının sararmış kartpostalı gibi karşımda duruyordu...
     
    Güvenilmez bir an'dı bu...Aşkına ihanet etmiş ve bu yüzden terkedilmiş bir sevgilinin....kanatlarını alabildince açmış ve masumiyeti oynayan sahte tavus kuşu görüntüsüne aldanmamalıydım...
     
    Hızla geri döndüm...Dudaklarında keskin bıçak gülüşüyle hala şöminenin başında ve elinde içkisiyle duruyordu....
     
    Konuşmayı kim başlatırsa sürdürmek de ona düşer...Bu yüzden ''kaçış sendromu'' dönemlerinde onunla konuşmayı hiç başlatmadım...Deneyimlerim, onun bu dönemlerinde ''gitme kal'' ısrarından hiç hoşlanmadığını ve inadına ''gittiğini'' öğretmişti bana...
     
    Yaklaştı...kollarını boynuma doladı ve usulca kulağıma fısıldadı;''korkma...gitmiyorum...''
     
    Masaya baktım gözucuyla...karmakarışıktı..
    Yoksunluğun ve uzaklığın pencereden gökyüzüne dağıldığını hissettim..
     
    ''Hadi çıkalım'' dedim...''kadehlerimize bulut koyalım...''
     
    Yüzündeki keskin bıçak gülüşü... muzip bir çocuğun gülüşüne dönüştü...
     
    ''Sana birşey söyleyeceğim'' dedi...''ben neden uzun bir süredir çıkmıyorum sokağa...biliyormusun?..
    ''Neden?..''
    ''Çünkü istiyorum ki anlasın bu ***** şehir eğer ben yoksam beş para etmediğini...bensiz bir boka benzemediğini...''
     
    Öfkenin ve hüznün nemli bir rüzgar gibi hızla geçtiği gözlerine baktım...''haklısın'' dedim sadece....
     
    * * * * * *
     
    Kırk yıllık dostumla Harbiye'den Taksime doğru kolkola yürüyoruz...
     
    Rind adamları bilir...Hangi yönden yürünürse yürünsün Beyoğlu'na...gizli bir girdabın anaforu paçalarından çekmeye...anason ve kadın kokan bir Beyoğlu rüzgarı burnunda esmeye başlar adamın....Adımlar sıklaşır...bir de bakarsın Beyoğlu'ndasın...
     
    Bu akşam da öyle oldu...Ama başka bir şey daha oldu...
     
    Gözlerimle görmesem...kulaklarımla duymasam ben de inanmazdım...
     
    Taksim Metrosu girişinde kolumdan çıktı dostum...bir iki adım önümde yürümeye başladı...beni unutmuş gibiydi...birisini görmüş de ona doğru hızlanıyordu sanki...
     
    Tekerlek takmış bir Mc Donald büfesi gibi üzerine gelen tramvaydan sıyrılıp Cadde-i Kebir'in sağ başında duvara yakın durdu...bir sigara yaktı ve dumanını Çiçek Pasajına kadar savurdu...
     
    Savurduğu dumanların arasından... ona yaklaşan kırmızılar içinde çok güzel bir kadın gördüm...
     
    Salına salına yürüyordu ve yüzünde ki siyah ince tül akşam rüzgarıyla bir açılıp bir kapanıyordu...İyice yaklaştı dostuma ve boynuna sarılıp öylece kaldı...
     
    ''İşte şimdi İstanbul'sun...dedi dostum.
     
    ''Evet...şimdi seninle İstanbul'um'' dedi kadın...
     
    Onları ardımda bırakıp Pera'nın koluna girdim ben de...
     
    Dördümüzün az sonra Çiçek Pasajında...Madam Anahit'siz bir masada oturacağımızı biliyordum...
  5. kgurleyen
    Mutluluğu...güzelliği...olumluluğu...aşkı ve hatta Tanrıyı arayıp da bulamayan ve aramalarının sonunda hayal kırıklığına uğrayan bir arkadaşım, son dertleşmemizde işin sırrını çözdüğünü...artık kendisine yönelerek bir iç yolculuğuna çıkacağını ve kendisini bulduğunda da arayışının sonlanacağını ve ''özünü'' bulduğu için de huzura kavuşacağını söylüyordu....
     
    Ayrıca bu arayış konusunda ben ne düşünüyormuşum...
     
    Mevlevilikten çok Elif Şafak'ın ''AŞK'' ından esinlendiği sandığım arkadaşıma bunu ihsas ettirmeden...şunları söyledim;
     
    ''Arayışın; nesneler üzerinden sürdürülmesi durumunda sonucun, sahte mutluluk ve ''asıl olanı bulamamak'' olduğu yargısına vardığın anlaşılıyor...
     
    Adını koymakta güçlük çektiğin manevi bir şeyi aramanın da, istediğin sonucu veremediğini belirtiyorsun....
     
    Bu nedenle benim görüşüme göre;''arayış'' kavramının içini ''öz''le doldurma yolunu seçerek Mevlanacılığa bir gönderme yapıyor ve ''kişinin tüm arayış serüveninin aslında kendisini aramak olduğu'' sonucuna varıyorsun....
     
     
    Aslında ''senin arayıcılığınla-benim bekleyiciliğim'' arasında ''DURUŞ'' açısından bir çelişki yok...senin ki eylemlilik...benim ki edilgenlik gibi algılanabilir sadece o kadar...ama ''beklemenin aramaktan daha zor olduğunu'' söyleyen bir çok yaşam ustasının olduğunu da söylemek durumundayım...
     
    Beklemeyi bilenler açısından...yani benim tarafımdan bakıldığında ise durum şöyle;
     
    Senin...Elif Şafak'ın...ve Mevlana'nın vardığı sonuç...ne yazık ki benim vardığım sonuçla örtüşmüyor...
     
    ''Özünü aramak''....yani tasavvufi tercümeyle ''Tanrıyı aramak''...daha şiircesiyle ''Aşk'ı aramak''.... daha felsefi olarak ''kendine ulaşmak''... gerçeğe ve aranılan şeye ulaştırmıyor insanı.
     
    ''Günahsızlar Tanrıyı arar...Tanrı günahkarları BULUR'' sözüne inanan biri olarak; özü...tanrıyı...aşkı... bulmak için paralanmanın hiç bir anlamı olmadığına inanıyorum...tek tanrılı dinlerin ''mevlasını arayan adamlar......'' enflasyonu yarattığına inandığım gibi...
     
    Bana göre; öz de...Tanrı'da...aşk da...''kendi geçmişiyle yüzleşip,hesaplaşmış kişilerin ayağına gelir''....yani günahkarların...
     
    Ve hiç bir insan kendisiyle ölümüne dövüşmeden...yüzleşmeden önemli ''şeyler'' aramaya soyunmamalıdır...dağarcığında hiç bir şeyi yoktur çünkü...
     
    Altın arayıcısına benzeyen bu kimselere...aradığı ''şey'' ya da ''şeyler'' ne yazık ki hiç yüz vermez ve onlar boş yere dönenip dururlar...
     
    Ne kadar çok şey bilmemizle ne kadar çok iman etmemizle ilgili değil...ne kadar bilinçli olduğumuzla ilgilidir aramak ya da beklemek...
     
    Kendimizle hesaplaşacağız ve bekleyeceğiz...bunu başarmış birine hiç bir şey kayıtsız kalamaz...Tanrı bile...
     
    Aramak ve beklemek...
     
    Birisi hala kendini tanımak ve anlamak peşindedir...
     
    Öteki ise bu müthiş deneyimi ve kavgayı başarmış olmanın yorgunluğuyla kendisine gelmeye mecbur ve mahkum olan kendisinden içerü yü sükunetle beklemektedir...''
     
    Yanından ayrıldığımda kafasının yeniden karıştığından adım gibi emindim...
     
    Kemal GÜRLEYEN
     
  6. kgurleyen
    Irak'da Türk Askerinin başına geçirilen çuval aslında bir talimatın ilk işaret fişeğiydi...
     
    ''Bu andan sonra tüm çalışmalarınızı Türk Silahlı Kuvvetleri'nin itibar kaybetmesi üzerinde yoğunlaştıracaksınız!..''
     
    Sonrası çorap söküğü gibi geldi...
     
    Tarihin en kapsamlı ve gelişmiş teknolojiye dayalı psikolojik harp usulleri TSK ne uygulanmaya başladı...
     
    Ezeli ve yeni türedi tüm hasımlar, vahşi yaşam belgesellerinde görülebilen bir acımasızlık ve açlıkla TSK ni kuşatıp saldırmaya başladılar...
    Koca TSK nın yıkılıp çökeceğini efendilerine kanıtlamak için adeta yırtınıyorlar...
     
    Bu fotoğraf bugünleri simgeliyor...

    Ama ''SON'' u henüz bilmiyoruz...
  7. kgurleyen
    Bugün hiç tanımadığım bir genç adamın....Burak'ın doğum günüymüş...
     
    Bunu... 15 ARALIK 2009 Tarihli Hürriyet gazetesinde ki bir yazıdan öğrendim...
     
    Burak'ın ablası Gaye Ural'ın yazdığı o yazı...davetsiz bir konuk olarak o doğum gününe gitmem gerektiğini söylüyordu ...
     
    Eminim...bu satırları okuduğunuzda siz de Burak'ın doğum gününe katılmak isteyeceksiniz....
     
    BURAK'IM
     
    Doğduğun zaman
    seni kıskandığımı anlatırlar.
    Ne kadar yalan bir duyguymuş ki;
    şimdi hatırlamıyorum bile.
    Ben hep gerçek olanı hatırlıyorum.
    Seni ne kadar sevdiğimi,
    senin ablan olmanın güzelliğini,
    sen bedenen ve fikren büyüdükçe
    benim kardeş,senin ağabey oluşunun
    nasıl güven verdiğini...
     
    15 Aralık 1981
     
    Salı günü katıldın aramıza
    Bugün
     
    15 Aralık 2009
     
    yine bir Salı ama;
    sen bedenen yoksun yanımızda.
    Biz bugün içimizdeki senle
    söndüreceğiz mumları...
     
    İyi ki doğdun canım kardeşim
     
    SENİNLEYİZ BİZİMLESİN...
     
    ABLAN
    GAYE URAL
     

  8. kgurleyen
    Kesin hüküm içeren saptamaların kim tarafından ve ne zaman söylendiğini çok önemserim...
     
    Geçen günlerde Ertuğrul Özkök'ün ''Türkiye bir korku imparatorluğuna dönüşmüştür'' saptamasını dile getirmiş ve Özkök'ün ''çıkar zamanlaması'' nedeniyle ''kıvırma hareketlerini'' takip edeceğimizi yazmıştım...
     
    Bugün de aynı şeyi CHP Lideri Deniz Baykal için yapacağım...
     
    Baykal dün TBMM CHP Grubunda yaptığı konuşmada çok net bir saptama yaptı:
     
    ''Terör, yıllarca en yüksek can kayıplarına sebep olduğu dönemde dahi, elde edemediği bir sonucu şimdi bu açılım ortamında elde ediyor. Kimse sorumlu ararken o kentli, buralı, onun bunun peşine düşmesin. Sorumlu doğrudan doğruya şiddeti terörü doğal karşılayan bir hükümetin ortaya çıkmasıdır. Normalde kolay kolay bu suçlamayı yapmam.Ama BU İKTİDAR ve BU BAŞBAKAN ÜLKEYİ BÖLMEKTEDİR.Bu gerçekten Türkiye'yi temellerinden sarsmaya yönelik tehlikeli bir gelişmedir.''
     
    İktidara ve Başbakana ilişkin daha ileri saptamaları elbette ünlü ünsüz birçok kişi yapmış olabilir...ama ülkenin ana muhalefet liderinin böyle bir saptamada bulunması çok önemlidir ve bu doğrudan doğruya ulusa verilmiş olan çok ciddi bir mesaj olarak algılanmalıdır...
     
    Baykal'ın bu saptamasına neden olan gelişmelerden birinin de, AKP Grup Başkanvekili Ayşenur Bahçekapılı'ya, Başbakan tarafından yaptırılan şu açıklamadır diye düşünüyorum;
     
    “Anayasayı değiştireceğiz ve vatandaşlıktaki Türklük tanımını kaldıracağız. Yoksa demokratikleşmeyi yapamayız. Vatandaşlık tanımı da değiştirilecek. Herkes kendi etnik kökenini ifade edebilecek ve üst kimlik olarak ‘Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım’ diyecek. İşte bu, sorunu çözer.”
     
    Anayasanın temel,değiştirilemez maddelerini ve kuruluş ilkelerini ortadan kaldırarak ulus-devleti etnik temelde parçalamaya götüren sürecin sahibinin AKP iktidarı ve Başbakan Erdoğan olduğunu CHP lideri su götürmez bir şekilde saptıyor...
     
    CHP liderini...tedavüle sokulan Mustafa Sarıgül hareketini...ve kentlere sıçratılmak istenen havai fişekli senaryoları;
     
    Ortadoğu denklemini hiçbir şekilde gözden kaçırmadan dikkatle izliyoruz...
  9. kgurleyen
    Ertuğrul Özkök 13 KASIM 2009 da Hürriyet Gazetesinde ki,''Buzdolabına Konan Cep Telefonu'' başlıklı yazısında:
     
    İktidarın... insanları ve kurumları dinletmesini eleştirerek Türkiyenin büyük bir korku imparatorluğuna dönüşmüş''olduğunu,net bir ifadeyle açıkladı...
     
    Bu ifadeyi önemsiyorum...iki nedenle;
     
    1-Doğan Grubu medyası...özellikle Hürriyet Gazetesi...''Ertuğrul Özkök Gazeteciliğine'' rağmen hala orta ve alt gelir guruplarının okuduğu ve izlediği yayınlardır.Bu nedenle basının amiral gemisi konumunu -tiraja bağlı olmayarak-hala sürdürmekte ve kitleleri basın yoluyla yönlendirme ve etkileme gücünü muhafaza etmektedir.
     
    2-Ertuğrul Özkök ''balans ve manevrayı'' bab-ı ali de en iyi bilen gazeticidir.Ancak bu yazıda kesin hüküm(saptama) içeren, Türkiye büyük bir korku imparatorluğuna dönüşmüştür'' cümlesi,artık onun kıvıramayacağı,sulandıramayacağı kadar kendisini bağlayan bir tümce olmuştur...
     
    Gerçekten, 1930 lar Almanya'sını ve ünlü Watergate skandalını anımsatan bir yaşam tarzına iktidar eliyle sürüklenen toplumumuzun...bu ve bunun gibi faşizmi çağrıştıran uygulamalara direnmesi bu günden başlayarak Ertuğrul Özkök'ün ve Hürriyet Gazetesinin performansıyla da ilişkili olacaktır...
     
    Bundan sonra gözüm ve kulağım Ertuğrul Özkök'de ve Hürriyet Gazetesinin üzerindedir...
     
    Bu konuda ''balans ve manevra'' yaptığında yakasına yapışmak için...
  10. kgurleyen
    Stalin SBKP nin 19.Kongresinde konuşuyor;
     
    ‘’Burjuvazi eskiden ulusun başı sayılırdı.Ulusun bağımsızlığını ve haklarını savunurdu.Oysa bugün burjuvazi ;ulusal ilkeleri dolarla trampa eden konumdadır.Ulusal bağımsızlık ve egemenlik bayrağını denize atmıştır…Yoldaşlar; eğer siz komününist ve demokratik parti üyeleri,yurtsever olmak istiyorsanız,ulusun yönetici gücü olmak istiyorsanız bu bayrağı başınızın üstünde yükseltmek ve onu ileriye taşımak size düşer.O bayrağı sizden başkası yükseltemez.’’
     
    TKP nin Cumhuriyete sahip çıkmasını ve onu ‘’sosyalist cumhuriyete’’ dönüştürme isteğini görünce Stalin’in bu sözlerini anımsadım…TKP ye ; M/L ve aynı zamanda M/L/S ist bir partidir diyebilirmiyiz şimdi?
     
    Ama hayır.. acele etmeyelim..Stalin’in kongre de söylediği ,‘’ O bayrağı sizden başkası yükseltemez’’ tümcesini bir kez daha okuyalım…
     
    Ve TKP nin bu dönemde cumhuriyete sahip çıkmasının altında yatan nedenin ne olduğunu da böylece anlayalım:
     
    Nasıl yaratıldığına…nasıl terle..kanla…gözyaşıyla…ölümlerle oluşturulduğuna hiçbir duyarlık göstermeden…önderine en ufak bir saygı ve vefa sergilemeden…hazır Cumhuriyeti…onu çoktan terk etmiş burjuvaziye ve gerici+bölücü+işbirlikçilere karşı korumaya çalışan Kemalistlere de boş vererek ‘’bayrak gibi alalım ve sosyalist cumhuriyete dönüştürelim’’ hesabı içinde TKP ve yandaşları…
     
    Gayrimilli tüm ideoloji sahiplerinin kendilerine göre bir devrim stratejisi çizmeleri ve uygulamaya sokmaları anlaşılır bir şeydir…Anlaşılamayan şey ise…Türkiyenin sol tarihinde yanlışları ve doğrularıyla yerini almış efsanevi bir partinin sözcülüğüne soyunanların…insanı insan yapan kimi değerlere yabancılaşmalarıdır…
     
    Buna doğrudan doğruya ‘’Cumhuriyet intihalciliği’’ denir…
     
    Oysa Stalin’de…Lenin’de…Mao’da…Dimitrov’da..emperyalizme karşı kurtuluş savaşı vermiş tüm ülkelerin ulusal önderlerine derin saygı duymakla kalmamış…o ulusların tarihsel sembollerine ve değerlerine bağlılık göstermenin de sosyalist ahlakın ve duyarlılığın gereği olduğunu vurgulamışlardır…Ülkelerinin geçmiş tarihlerinde ki ulusal kahramanlarına,dünyaya bakış açısı ne olursa olsun saygı duymuşlar,onları asla aşağılamamışlardır…
     
    Çünkü bu gerçek devrimci önderler;kendilerinin başardıkları devrimlerden önce gerçekleşen ve tarihin tekerleğini ileriye döndüren tüm hareketlerin kendilerini beslediğine ve yollarını açtığına inanırlardı…
     
    Bu sözlerimi zaman zaman ‘’başaşağı duran sosyalistlere’’…neo-liberal solculara…sol maskeli bölücülere defaatle yazdım…Ama TKP lilere yazacağımı doğrusu hiç düşünmemiştim…Onların bunları benden çok daha iyi bildiklerini varsaymıştım hep…
     
    Kemalistler…sol Kemalistler… …

    Kendilerine sosyalist diyenlerin bu konuda adeta şablonlaştırdıkları iki tümce var;
     
    1-Mustafa Kemal evet devrimci bir karakterdir,ama burjuva devrimcisidir.
     
    2-Kemalizmi sahiplenmek ve Kemalistlerle işbirliği yapmak solculukla bağdaşmaz.’’
     
    Burada yazacaklarımızın gerçek sosyalistlere dönük olduğunu…bunun dışında kalan uyduruk solculara hiçbir şekilde hitabetmediğimizi öncelikle herkes bilsin…
     
    Kemalistler ya da ulusal solcular bir kere …ayrı dünyaların insanları olduklarını bildikleri sosyalistlere ‘’gel nikah kıyalım’’ filan demiyorlar…konjonktür gereği ara sıra yakınlaşsalar da…son tahlilde boşanmanın kaçınılmaz olduğunu bildikleri için uygarca mesafelerini hep korumaya çalışıyorlar…uzaktan selam…o kadar…
     
    Şimdi konumuza dönelim;
     
    Biz ülkemizin yakın tarihinde yer alan 1919-1930 lar arasında Mustafa Kemal önderliğinde bir devrim yaşandığına inanıyoruz ve buna da Kemalist Devrim diyoruz…
     
    Feodal bir imparatorluğun sosyal,kültürel,siyasal ve ekonomik yapısının asker-sivil küçük burjuvazi öncülüğünde tümüyle tasfiye edilerek…bir başka siyasal,sosyal,ekonomik ve kültürel boyuta…Laik Cumhuriyete geçildiğine…ve bu dönüşümlerin, ülkesini işgal eden emperyalizmi ve işbirlikçilerini de yenerek gerçekleştirildiğine inanıyoruz.
     
    Sosyalistlerin ‘’işçi sınıfının,sermaye sınıfını alaşağı ederek üretim araçlarına el koyması ve kendi sınıf diktatörlüğünü kurması’’biçiminde anladıkları devrimle,Kemalist Devrimin bu bağlamda bir özdeşliği yoktur…Ama alt yapıda ve üst yapıda çok köklü değişimlere yol açan…üretim biçiminde ve toplumsal ilişkilerde radikal düzenlemeler yapan ve üstelik bütün bunları anti-emperyalist bir savaşım sonrası gerçekleştiren bir harekete sosyalistler istiyor diye de ‘’reform’’ diyemeyiz herhalde…
     
    Evet bu bir devrimdir…ve adı da Kemalist Devrimdir…
     
    Devrim sonrası Mustafa Kemal’in ilkelerini simgeleyen 6 OK a kafası ve yüreğiyle sahip çıkan ve bu ilkeleri bir bir terk edenlerden kendilerini ayıran insanların dünya görüşüne Kemalizm…
     
    Bu dünya görüşüne bağlı ve ilkeleri kendinden sonraki kuşaklara devredenlere de Kemalist deniliyor…
     
    Nedir Kemalistlerin dünya görüşü;
     
    Özgürlükçü ve katılımcı bir demokrasi anlayışını içeren Cumhuriyetçilik
     
    Dine saygılı ancak dinin siyasette kullanılmasına karşı..bilimin ve aklın yol göstericiliğini öngören Laiklik
     
    Emeğe öncelik tanıyan…seçkinciliğe karşı çıkan…sınıf egemenliğini reddeden bir Halkçılık
     
    Toplumun yararını gözeten ulusal sermayenin gelişmesini önlemeyen…büyük stratejik işletmelerin denetiminde ve mülkiyetinde bulunan bir Devletçilik
     
    Eskimiş kurumları değiştiren…alt ve üst yapıda akılcı ve bilimsel yenilenmeyi hiçbir duraksama göstermeden gerçekleştiren ve süreklilik öngören bir Devrimcilik
     
    Irk,dil,din,mezhep ayırımı gözetmeksizin vatan denilen topraklarda tasada ve kıvançta birlikte yaşama isteğini amaçlayan ve herkesi ulus devlet içerisinde Türk Milletinin ayrılmaz parçası gören bir Milliyetçilik
     
    Özellikle 1960 dan sonra halkçılık,devletçilik ve devrimcilik ilkelerinden yola çıkarak toplumu emek ağırlıklı bir sosyo/ekonomik düzene kavuşturmak ve emperyalizmin tüm askeri- ekonomik ve kültürel tasallutundan da ülkesini kurtarmak isteyenlerin olup bitenlere… Mustafa Kemal’in tam bağımsızlık ve yurtseverlik ilkesinden hareketle sol optikten bakması ve bu doğrultuda eylemler ortaya koyması…kendilerini Sol Kemalistler ya da Yurtsever Devrimciler olarak nitelendirilmelerine neden oldu…
     
    Ulusal sol…ulusal solcu…
     
    SSCB nin yıkılmasından sonra kendisini dünyanın efendisi ilan eden küresel gücün, kendisine zorluk çıkarabilecek devlet…kurum…siyaset…inanç ve ideolojiyi ortadan kaldırması sürecinin başlaması ile birlikte…bağımsızlığına duyarlı ülkeler ve liderler için de zor yıllar başladı…
     
    Ulusalcılık(milliyetçilik)…dini ve etnik homojenlik…ulus devletçilik…devletçi ekonomiler…bağımsız ekonomik/sosyal ve siyasal kurumlar artık topun ağzındaydı…
     
    Hangi ülke ve ulus hangi yöntemle efendisine boyun eğdirilir…parçalanır…ayrıştırılır…sınırları değiştirilir ve dönüştürülürün hesapları yapılmaya başlandı…
     
    Bütün bunların taktik ve stratejileri Washington-Brüksel hattında kotarıldı ve yürürlüğe sokuldu.
     
    Küresel gücün ülkemizde ve ve bizi coğrafi olarak etkilemesi nedeniyle Ortadoğuda yaptıklarını burada sıralamaya gerek yok …PKK yı kullanarak etnik bölünmemizi…Fetullahçıliğı kullanarak laik-antilaik ayrışmamızı sağladığını…AB yi ve liberal demokrasiyi kullanarak sosyal yapımızı bozduğunu…piyasacılığı kullanarak da devlet işletmelerimizi yok ettiğini hepimiz biliyoruz…
     
    Ülkemizde Küresel güce ideolojileri gereği karşı koyan iki kitlenin sosyalistler ve Kemalistler olduğu su götürmez bir gerçekliktir…Ancak küresel güç kendisine direnen bu iki yapıyı birbiriyle çatıştırmak için özellikle sosyalistlerin yutacağı türden birçok oyun sahnelemiştir…
     
    Örneğin Kemalistlerin mikro milliyetçi olduğu yalanını, neoliberal solcular ve asıl mikro milliyetçi olan Kürtçüler vasıtasıyla yaygınlaştırmak… ve gerçek sosyalistlerin de eleştiri korkusuyla ellerini kollarını bağlayarak anti-emperyalist cepheyi daraltmaları bu oyunlardan birisidir…
     
    Bir başka oyun ise, küresel gücün enternasyonalizm kavramının karşısına milliyetçilik(ulusalcılık)kavramını koyarak… bu iki sözcüğün ideolojik anlamlarını saptırması ve sahte kavramlar üzerinden her iki kitleyi de birbirine düşürmesidir…
     
    Kemalistlerin…soğuk savaş döneminde ABD emperyalizmi tarafından antikomünizmin sopası olarak kullanılmış kafatası milliyetçiliğinden kendi milliyetçiliklerini ayırmak için ‘’ulusalcı’’ sözcüğünü ayırd edici vasıf olarak kullanmalarına karşın…sosyalistlerin büyük bir bölümü; Wilsoncu…emperyalist dünya sermayesinin enternasyonalizmini, Marksist ideolojinin enternasyonalizminden net bir şekilde ayırıp herkesin gözünün kulağının açılmasını ve kendilerini de bu sahte enternasyonalizmden sıyırmayı sağlayamamışlardır… Böylece solculuğa heves eden yeni genç insanlar öğreti de çok sevdikleri enternasyonalizm sözcüğünün karşısına şıpın işi ulusalcılık(!)antitezini koyuvermişlerdir..Ne diyalektik ama?...
     
    Bu bağlamda sosyalistlerin paradoks furyasında biz ulusal solcuları en çok yaralayan şey nedir diye sorulsa…vereceğimiz yanıt sadece şu olurdu: Demokrasi…
     
    Küresel gücün özellikle ülkemizde yaygınlaştırdığı, yoksunluk-yoksulluk ve dinselliği kullanarak yönetime getirdiği siyasal -islam iktidarı… AB den ithal edilen yeni(!) bir demokrasiyle hem ulusumuzu hem de anlı şanlı sosyalistlerimizi iğdiş etmeyi başarmıştır…Gerçekte ise demokrasi bu muydu?...
     
    İnsan hakları…dini inançlara saygı…etnik eşitlik…hukukun üstünlüğü…farklı kültürlerin korunması gibi güzel ama içi boşaltılmış kavramlar üzerinden devletin bağımsızlığını ve Anayasa’da yazılı temel niteliklerini korumaya çalışan ulusalcıları… gerici+bölücü+işbirlikçi ve emperyalizmin borazanı ağızlarla birlikte boğmaya çalışmışlardır…
     
    Ulusal Kemalist solculara zarar vermelerini bir yana koyarsak…ta ikinci enternasyonalizmden beri sapmalar bataklığında yüzen solun;
     
    Sosyal demokrat…liberalist ve Troçkist versiyonları, SSCB nin parçalanmasından sonra,ikinci paylaşım savaşı sonrasının ortak pazar güzeli neoliberalizmle buluşup kaynaşarak…ezilen dünya ulusalcılığına karşı küreselleşmenin besleme koçbaşı olmayı tercih etmiştir…
     
    Sol bugünkü nesnel durumunun içinden bir an için çıkıp kendisine kuşbakışı ve objektif olarak baksa herhalde Marksist bir yorumlamayla şunları mırıldanmaya mecbur kalacaktır:
     
    ‘’Ezilen dünyanın ulusal-demokratik devrimlerine ben ne acıdır ki küreselleşmenin penceresinden bakıyorum ve bu güç ülkemde sadece ulusalcılara değil bana da asimetrik psikolojik savaş uygulamış..Öyle olmasaydı üçüncü dünya ulusal devrimlerini ve önderlerini küçümseme hastalığına yakalanmamış ve her ülkenin devrim koşullarının farklı olduğuna ilişkin bilincimi yitirmemiş olmam gerekirdi.’’
     
    Son söz
     
    Bütün bu ideolojik bombardımanın etkisiyle artık köhnemiş ve devrimci tüm niteliklerini yitirerek Avrupa Solu’nun kucağına oturmuş görünen ve ulusallığını yitirdiğinin ayırdında olmayan Türkiye sosyalistlerinin… uyanma ve kimin dost kimin düşman olduğunu görmelerinin vakti gelmiştir ve hatta geçmektedir…
     
    Onlara en naçizane tavsiyem Latin Amerika devrimci pratiklerini iyi incelemeleri ve oraların devrim önderlerinin Mustafa Kemal’e ilişkin sözlerine de bir kulak vermeleridir….
  11. kgurleyen
    Tüm Japon tarihi boyunca Japonlar, savaş sanatı adını verdikleri BUDO nun özünün...O'nun ruhunda var olduğuna inanmışlardır.
     
    AİKİDO nun kurucusu Morihei Ueshiba, fiziksel teknikler üzerine son derece yoğun inceleme ve araştırmalar yapmış olmasına rağmen... ruhsal eğitiminin pek çok acı tecrübe ve zorluklarla dolu olduğunu uzun yıllar içinde saptamıştır...fiziksel eğitimle kazandığı yenilmez gücün yetersiz olduğunu aklıyla algılamış....doygunluk ve uyum açısından ise ruhunun hala boş olduğunu hissetmiştir...
     
    Bunun üzerine araştırmalarını ruhbilim dünyasında sürdürmüş, kendisi ve fikirlerinin gelişimi için orada... bu kalın ''savaş sanatı''duvarında bir yırtık oluşturmayı başarabilmiştir. "Kurucu" Morihei Ueshiba o ani şöyle anlatır; "ruhsal bir ilhama ulaşmıştım ve kendimi yeniden dünyaya gelmiş, altından yapılmış Maltreya Bodhisattva gibi hissediyorum..."
     
    Bu an Aikido'nun baslangıç noktası olmuştur. Onun ,"ruh, vücut ve akıl tek bir yapıda bütünleşmelidir" sözleri Aikido'nun altında yatan sırrı ve gerçeği göstermektedir...
     
    Buna karşın şu gerçek hiç akıldan çıkarılmamalıdır ki; Aikido herşeye rağmen bir "BUDO"dur...bir SAVAŞ SANATIDIR...
     
    Avatarımda ki Aikidonun kurucusu Morihei Ueshiba şunu söyler;
     
    "Bu dünya insanlarca yönetilmektedir. Bu bir insanlar evrenidir. Gözlerinizi kapattığınızda hiçbir sey göremezsiniz. Egonuzu ve hırslarınızı terkederseniz tüm evren sizin olacaktır.''
     
    Bu nedenle Aikido evreni ruhsal ve bedensel bir asimilasyona uğratarak onu kendine katar. Evrenle ruhun birleşmesi durumu Aikido'da bir "üstün durum" halidir. Bu nedenlerle o, "bütünleşmenin, evrenselleşmenin budosu" diye anılmaktadır.
     
    Yine "Kurucu" şöyle demiştir; "Aiki gerçeğin kendisini tanımlar. Bize saldırmakta olan insanlarla biraraya gelip sevgiyle barışma yoludur. Onlar hiddet içinde saldırırken siz tebessümle karşılayın, barışı sunun. Bu, Aiki'nin gerçek yoludur." Eğer bu öğretiyi kavrayamazsanız öğrendiğiniz Aikido sadece savaşmaya yarar ve onun sırrına hiçbir zaman ulaşamazsınız.''
  12. kgurleyen
    HOŞÇAKAL KAPTAN
     
     
    Fırtınalı denizlere
    Ters esen rüzgarlara
    Sislere,yağmurlara
    Benimle yarışan yunuslara
    Ve yalnızlığımı paylaşan yıldızlara
    Veda etme zamanı geldi...
     
    * * *
    Yedi iklim, yedi cihan bilir ki,
    Ben güvenli limanlara demir atmış
    Ve çıpası yosun bağlamış
    Gemilerden değildim bir zamanlar....
     
    Uzak denizlere açılmak için
    Yaratıldığımı bilir
    Ve bir efsane gibi yaşardım....
     
    Gittiğim her limanda korsanlarla dövüşür,
    İşsiz gemicilerle şarabımı bölüşür,
    Kadınlarla sevişir,
    Zindanlarda,ambarlarda,
    Kaptan köşklerinde,
    Kuştüyü yataklarda yatar,
    Şehrin valisine de kafa tutardım...
     
    Ve her sabah uyandığımda
    Tutar bir boğayı boynuzlarından
    Yere yıkardım...
     
    * * *
     
    Yıllar,yıllar geçti artık...
    Sanırım şimdi
    '' Ultima forsan'' zamanı...
    Ve asla yenilmeden
    Onurlu bir kaptan gibi
    Bu seyir defterini kapatmalı...
     
    Sonra da,
    Engin deniz sanarak
    Açılmaktansa sığ sulara,
    Sığınıp kuytu bir limana,
     
    Anılarla yaşamalı.........
  13. kgurleyen
    Marks başı yerde ayakları havada duran Hegel'i nasıl ters yüz edip ayaklarını yere bastırmışsa ...Bizdeki kimi allame komünistleri(!) de öyle çevirmek ve ayaklarını toprağa değdirmek gerekiyor...Ama bir farkla ki, bunu Marks'ın yöntemiyle değil; Lenin'in...Mao'nun...Tito'nun...Castro'nun...Chave z' in...Şefik Hüsnü'nün...Allende'nin...yöntemiyle yaparak...
     
    Yani teoriyi pratiğe geçirerek ve pratikten çıkan somut gerçeklikleri teoriye dönüştürerek...
     
    Hiç haketmediği halde ''ben komünistim'' diyerek şimdilerde ortaya çıkanlar...binbir emekle...binbir çekiç darbesiyle yontularak,acı çekerek,saf bir kayadan pürüzsüz bir heykele dönüşmenin sancılı serüvenini yaşayarak...''gerçek bilimsel sosyalistliğe= komünistliğe'' ulaşan kimselere de...dillerinden düşürmedikleri ''Marksist teoriye'' de yanlışlık yapmaktadırlar...
     
    Bu uyduruk komünistlerin ellerinde ve dillerinde; Marks'ın yazdıklarından başka hiç bir şey yoktur...
     
    Marks sanki bir peygamber...yazıları da ayetleridir...
     
    Bunlar bu denli doğmatik..şablonik...ve ne yazık ki de ironik dirler...
     
    Bana bir tane komünist gösterin ki işçilere-köylülere ''Marks şunu diyor...Lenin böyle yaptı'' gibi cümleler kurgulasın...Kurgulayamaz...Yiyeceği şamarın sesi Avrasya'dan duyulur...
     
    İşçilerle köylülerle onların diliyle yani hayatın gerçekliğinin diliyle konuşulur...
     
    Gerçeklik referansa ihtiyaç duymaz...Marks'a..Lenin'e...Mustafa Kemal'e gönderme yapmak varolan sorunu çözmez...
     
    Bilimsel Sosyalizm var olan hayattır...günceldir...sıradan ve sıradışı çelişkilerdir ve tüm bunları çözme...aşma sanatıdır...
     
    Hiç bir ideoloji... bilim ve gerçekliğin tepesine oturtulamaz...O tepe noktasından hayatın...dünyanın... gerçekliğine...yaşanılan sorunlara... fetva sunmasına izin verilemez...
     
    Ana pusula...kılavuz... bilimdir... Sosyalizm; bilime tabi olduğunu başına ''Bilimsel'' kavramını koyarak deklare etmiş ve bu nedenle sosyal/ekonomik ve siyasal çözümlemelerin ''anahtarı'' olduğunu kanıtlamıştır...Tersi; bilimin başına Marksizmin yularını takmaktan başka bir şey değildir...
     
    Yaşam ve su... her saniye akıp geçmektedir...''Bir suda iki kez yıkanılmaz'' diyenlerin...üretildiği dönemde geçerli olan teorilerden şimdi olup bitenlere kalıp-şablon çıkarmaları ve akan yaşama/suya uyarlamaya kalkışmaları...
     
    ''Bilimin'' kılavuzluğunu öneren sosyalizme hiç bir şekilde uygun düşmez...
     
    Örneğin Marks 1853 de Weydemeyer'e yazdığı mektupta şöyle diyor;''...ben burjuvazinin ve insanlığın bana getirdiği bilgi birikimini aldım...buna sadece bu tarihsel sürecin işçi sınıfı iktidarına gideceğini ekledim...''
     
    Bilimsel sosyalizmin var olan sorunları/koşulları eldeki veri ve olanaklarla saptayıp,işçi sınıfının iktidarına giden yolun taşları doğrultusunda çözümlemeye çalışması ve yeni açılımlar yapması ML in ruhudur...Başka türlüsü durağanlıktır...donmaktır...anlamamaktır...kavrama maktır...
     
    Teorisyen kesilen kimilerinin... teoriyi gerçek hayattan...bilimsel sosyalizm anahtarını kullanarak öğrendiklerinden kuşku duyuyorum...
     
    Kimi eski tartışmalarda ve bugün...Milli meseleye...Türkiye sosyalizmine...''Türk komünistleri'' deyimine...Antiemperyalist mücadeleye...Sosyalist Devrim ve Milli Demokratik Devrim kavramlarına ne denli günün koşullarından uzak ve sekter...salt ''teorik'' yaklaşım optiğinden bakıldığını görmekle şaşırıyorum...
     
    Oysa her şey gibi bu kavramlar da...özde olmasa bile biçimsel ve dönemsel olarak yeni yaklaşımları gerektiriyor...Kapitalizmin ve emperyalizmin özünü koruyarak yeni stratejiler ve taktikler geliştirmesine bilimsel sosyalizmin aynı silahlarla karşılık vermemesi ve eski silahlarını kullanmakta ısrar etmesi düşünülemez...
     
    Ve elbette bunu bilimsel sosyalizmin kılavuzluğunu ve anahtarını kullanmayı bilen yetkin devrimciler yapacaktır...
     
    İntihal yoluyla sosyalistlik taslayan kimseler değil...
     
    Hele hele...sosyalist havalara girerek, kendi yurduna ve ulusuna ''burjuva kavramları'' diye sırt çevirip yontulmadan ''enternasyonal''liğe terfii edenler hiç değil....
     
    Onların da en azından peygamberleri(!) Marks kadar komplekssiz olmaları gerekmiyor mu?..
     
    Çünkü Marks'ın Marksizmi;Alman burjuva felsefesinden...İngiliz burjuva iktisatından ve Fransız burjuva sosyalizminden oluşmuyor mu?... _
  14. kgurleyen
    Başaşağı duran sosyalistlerin(!)... sol ayaklara yatan sapına kadar ırkçı şoven bölücülerin ve omurgasız neoliberallerin... ''işçilerin vatanı yoktur''...''ulusal duruş ve gurur sosyalizmin dışına düşer'' gazına gelerek...Ve ayet belledikleri kara kaplı kitabın ezberledikleri vurucu çümlelerini yerli-yersiz kullanarak, gerçek sosyalistlere ''öğreti'' dersi vermeye kalkışmaları...karşı devrimcilere bilinçsiz ve meccani hizmet etmeleri.... gerçekten traji komik...
     
    Ülkemizin ve emekçi yığınların içine düşürüldüğü ekonomik/demokratik/siyasal ve sosyal koşullar ise... bizlerin bu tür sahne oyunlarına bir son vermemizi gerektiriyor...Beş taş oynamak isteyenler, oynamaya alıştıkları ''kum' a...aklı başında ve gerçekten birikimli insanları da çekmeyi,''kör metafizikçi'' kurnazlığıyla ne yazık ki zaman zaman da başarıyorlar gördüğüm kadarıyla...
     
    Ve nihayet başı ve sonu kırpılan kara kaplı kitap cümlelerini ''Marks diyor ki...Lenin der ki...'' diye öne sürüp allame havalarına giren ve keskin devrimci kostümüyle forumda fır dolananlar...günlerdir ''karınca ezmez Şevki'' lik yapan ve elhak gerçek Marksist olan ağbeylerini...ablalarını istiskale yeltenip duruyorlar...
     
    Bu anlamda Allah kimseyi ''seviyeli Marksist'' forum yöneticisi yapmasın diyorum...
     
    Aslında teorik gelişimini başarmış Marksistler, kendi aralarında ustalardan referans vererek konuşmazlar...Ayıptır...nezaketsizliktir...kendine ve sözcüklerine güvensizliktir...Ne var ki; böyle olmayanlara kimi zaman gözümüze soktukları kara kaplı kitaptan ''tahrif edilmemiş'' şamarlar vurmak da kaçınılmaz hale geliyor...Saygı duyduğum Bilimsel Sosyalistler beni bağışlasınlar....
     
    Kara kaplı kitabı açtığımızda ne diyor usta?.. Aktaralım...
     
    ''İşçilerin vatanı yoktur...Onlardan sahip olmadıkları bir şey alınamaz...Proleterya en baştan siyasal egemenliği ele geçirmek...ulusal sınıf durumuna yükselmek...kendisini ULUS OLARAK KURUMLAŞTIRMAK zorunda olduğundan BURJUVA ANLAMINDA DEĞİL ama ULUSALDIR.''
     
    Usta bunu ne zaman yazıp söylüyor...Uluslaşma süreçlerini tamamlamış ve her biri ulus devlet olmuş Avrupa ülkelerinin göbeğinde ve 19 yy ın ikinci yarısına girerken...
     
    Ve Marks Almanya'nın ulusal birliğinin sağlanması...Engels ise 1890 larda Fransanın tehditlerine karşı konulması amacıyla...Alman proletaryasının ulusal gururlarına seslenip ''VATAN SAVUNMASI''na ilişkin çağrılarda bulunurlarken de aynı kişilerdi...Sınıfsal anlamda vatan/ulus kavramlarının tarihsel materyalizmle değişken konumunu elbette çok iyi biliyorlardı.
     
    Peki teoriyi eylem kılavuzu yapan Lenin usta, bu söylemi nasıl yorumluyordu Ekim Devriminden 1 yıl önce İnes Armand'a yazdığı mektupta:
     
    ''Marksizmin bütün ruhu...bütün sistematiği şunu söyler;Her tez tarihseldir...yalnızca diğerleriyle ilişkili olarak ve yalnızca tarihin SOMUT deneyimleriyle bağlantı içinde ele alınır...Vatan, tarihsel bir kavramdır...Ulusal esaretten kurtuluş döneminde vatan başka bir şeydir...ulusal esaretlerin çok geride kaldığı dönemlerde başka bir şeydir...''
     
    Uzun alıntı ve aktarımlara gerek duymadan ehil kişilerin zaten bildiği...ehil olmayanların ise onlar gibi...dirsek çürüterek...göz nuru dökerek öğrenmeleri gereken, ''sosyalist anlayışa göre vatan'' meselesini bir kaç cümleyle açalım ve bu kavramları ''burjuva dolmaları'' sananları da, kendi onursuzlukları olan özel haymatlozluklarıyla baş başa bırakalım...
     
    Milli devletlerini kurmuş olan ve emperyalizmin çeşitli varyasyonlar içeren saldırı ve sultasının dışında kalan ülkelerin(özellikle Avrupa) tüm emekçi sınıflarının enternasyonal birliğini ve dayanışmasını sağlama açısından işçilerin vatanı yoktur...Bu 'hattı müdafaa yoktur...sathı müdafaa vardır'' ın Marksistcesidir...
     
    Ancak emperyalizmin saldırı ve sultası altında bulunan ülkelerin emekçi yığınlarının ve de (illaki) işçi sınıfının idelojisini benimseyenlerin ''savunulacak vatanları vardır...ve kendi ulusal vatanlarını ''kurumsal'' olarak inşaa etme zorunluluk ve sorumluluğu da onların üzerindedir...
     
    Vatan kavramını tarihsel ve pratikte değişken özelliğinden soyutlayarak...Milli burjuvazinin sakızı olarak anlamak ve yaymak...tarihsel dönemeçlerde emekçi sınıflara çok gerekli olan bir mücadele aracını yabancılaştırmaktan başka bir şey değildir...
     
    Emperyalist/kapitalist ülkelerin...özellikle milli demokratik devrimlerini tam olarak gerçekleştirememiş coğrafyalarda ''anayurdu savunma'' mantığını bilhassa emekçi sınıfının ve ideologlarının üzerinden bilinçli olarak iğdiş etmeye çalışmasının temelinde yatan ve sahte sosyalistler aracılığıyla yaptığı şey, aslında devrimci ruhu kırmak ve onların ülkesini ''enternasyonalist burjuvazinin'' sömürüsüne açık hale getirmekten ibarettir...Bu yolla emekçi kesimlerle milli kesimler arasında oluşacak ittifak ve vatan savunması dayanışması, ''böl...parçala ve yut'' doktrini gereğince ortadan kaldırılmış olacaktır...
     
    Ama aynı emperyalist/kapitalist egemenler,söz konusu ülkelerde ki burjuvazinin milis gücünü ve payandasını oluşturan bir kesim için ise, ''vatan...millet...sakarya'' edebiyatını ve kof milliyetçiliği ''faşizmin sopası olsun diye'' olağanüstü cömertlikle sunmakta hiç duraksamazlar...
     
    Ülkemizin emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşıyla ve devrimle kurulduğunun bilinciyle vatan savunması çizgisinde kararlı bir tutum takınmak ve sahte vatan savunucularının elinden sosyalistlere karşı kullanılan bu ''vatansızlık'' çakar almaz silahını almak devrimci yurtseverliğin gereğidir...
     
    Ulusal güçlerle dayanışma ve geçici ittifaklar içerisinde olmayan bir anlayışın...ulusal pazarı ve sermayeyi küresel sermayeye katmak isteyenlerle aynı çizgiye düşeceklerini de unutmamak gerekiyor...
  15. kgurleyen
    Değerli büyük teorisyenlerimiz kapitalist dünya düzenini ve Latin Amerika sol pratiklerini iyi biliyorlar....
     
    Ama bilmedikleri tek şey ''Türkiye'de Devrim Stratejisi...''
     
    Arkalarına takıp sosyalizm rotasına sokacakları halkla... devrimin dilini buluşturamadıkları sürece de, bu stratejiyi kesinlikle oluşturamayacaklardır...
     
    Çünkü;çok basittir ve herkes bilir ki: halksız devrim olmaz....
     
    Teorisyenlerimiz ''kapitalizm'' plağına takılmış gidiyorlar...
     
    Çünkü teorinin emrine girmiş...mozale muhafızlarından bir farkları yok...Emek sermaye çelişmesinin üzerinde onlarca yıldır volta atıp duruyorlar...
     
    Oysa emperyalist çağı yaşadığımızı...ve Türkiye'de sosyalizme giden yolun...antiemperyalist pratiklerden geçeceğini...halkla devrimi buluşturmanın biricik yolunun ve sınıfsal bilincin oluşmasının ancak böyle gerçekleşeceğini görmeleri gerekiyor...
     
    Bilimsel sosyalizmin klavuzluğunda... ülkelerine özgü devrimci pratiklerden yeni teoriler çıkarmaktan ödleri patlıyor...
     
    Kendilerini dinden(sosyalizmden) çıkmış sayıyorlar...Bu ne bağnazlık yahu...
     
    Bu ülkede emekçiler üzerinde.... kapitalizm tarafından isterse en büyük sömürü çarkları döndürülsün...emekçilerimizin ''yarabbi şükür'' diyeceklerini bilmiyorlar mı?...
     
    Emekçi kitleleri anti-kapitalist nutuklarla devrim rotasına sokamayacaklarını bu kadar yıldan sonra hala anlamadılar mı?...
     
    Bu kendisine yabancılaştırılmış halkın...Küçük burjuva solcularının söylemleriyle...onların peşine takılıp sosyalist devrim rotasına girmeyeceğini hala öğrenemediler mi?...
     
    Oysa kapitalizmin ve emperyalizmin yarattığı şu koşullara bir bakın;
     
    İşsizlik diz boyu...yoksulluk korkunç boyutlarda...sosyal ve siyasal ortam alabildiğine bozuk...faşizm benzeri baskılar almış başını gidiyor...ulus devlet parçalanıyor...terör tehditi sürüyor...
     
    Nerede... sözü ''mek parmak'' dinlenecek bir solcu lider? Nerede kulakların çevrileceği bir Marksist parti...
     
    Oysa başka ülkeler de... desteklenmese bile bütün önemli konular da ''KP'' ne diyor diye bütün başlar ''SOL'' a döndürülür....
     
    ''Biz 40 kişiyiz birbirimizi tanırız'' dan başka elde bir şey yok...
     
    Ve ne yazık ki 40 kişiyle devrim yapılmıyor...
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.